Yaşamak, ruha emanet edilen bedeni, fani bir dünyanın getirisi olan güzel işlerinde kullanmak ve en doğru yolda emaneti ileriye dünyadan ukbâya) taşımaktır. İleriye yani hesaba ve sonrasına… “Doğru yolda yaşamak gereklidir” dedik, çünkü yanlış yolda ilerlemek gerçekten yaşamak değil yaşıyor olduğunu sanma gafletidir, cehalettir.
Hayatın anlamını bilmeden, niye yaşandığının farkında olmadan, nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmeden yaşamak sonu hüsran olan kayıp bir hayattır. Böyle yaşayan insanlar, zamanı tüketerek yaşadığını zannederler. Oysa onların bedenleri yaşıyor olsa da ruhları ölüdür, aslında buhran içindedir. Onlar ölü gibidirler. Çünkü duyarsızdırlar, bilgisiz, bilinçsiz ve hayatın anlamını kavramamış ve ‘anlamlara’ erememiş varlıklardır! Böyle yaşamak, yaşamı değerli kılmaz ve insanı mutlu etmez. İradesiyle ve aklıyla hayatın rotasını belirleme sorumluluğu verilmiş insan, yaşadığının ve yaşayacaklarının en başta tercihinde bulunmuş demektir.
Kendimizi var kılmak elimizde değil ama insanca var olma tercihi elimizdedir. İrademize bağlıdır. İrade sandukası olan akıl, iyi ve güzelin bilgisiyle bezendiyse, hayatımız ölçülerle, hesap duygusuyla daha farklı şekillenir. Hayatı mutlu, sevimli, yaşanılır bir biçimde geçirmek veya sevimsiz, çekilmez, manasız, monoton geçirmek de kendi kazandıklarımızla ilgilidir, yani bizim elimizdedir. İrademize dâhil işlerdendir! Bunlar insanların kavrayışlarının, sahiplendiği değerlerin, benimsediği prensiplerinin, kazandığı bakış açılarının bir ürünüdür. Hülasa hayatımıza dair yapılan her şeyin sorumlusu biziz, kendimiziz. Kendimizi bireysel ve toplumsal sıkıntıya sokan da biziz, hayatı gül bahçesine çevirip yaşama tercihini büyük gayretlerle süsleyen de yine biziz. Tercih ve onaylarımız, hayatımız için kabul ettiklerimize geçit veriyor, rızamız dâhilindedir demektir.
Hayat; akletmemiz, aklımızı doğru kullanmamız, varlıkları bir bütün halinde kabullenmemiz, onları hayatımızın olmazsa olmazları olarak bilmemiz ve hemcinslerimizle insanca, işbirliği içinde, paylaşmaya adanarak var olmada gıdasından faydalandığımız şeref hazinemizdir. Sermayemizdir!
İnsan insanın kardeşi ve müttefiki değilse; hayat çekilmez bir zindana dönüşür. Zorbalar ve zorbalıklar insanı çıkarına kurban etmek için sürüleştirir.
İç Bütünlük, Fıtratın Zaruretlerine Uyarak Oluşur.
Amacı olan insan, önce, iç bütünlüğünü fıtratının zaruretleriyle birleştirir, bütünleştirir. Sahih yaşayan insanlar, hemcinsleriyle beraber var olma ve “kardeşleriyle kurtulmayı” gerçek kurtuluş olarak kabul eder. Zira birlikte var olmayı arzulamayanlar, birlikte yok olurlar!
Olumsuzluklara direnç ve çözüm arama yetisi kaybolmamızı, vahşileşmemizi önler. Güzelliği hayırda aramak, en eskimez çözümdür. Güzel düşünmek, güzel yaşamanın ilk basamağıdır. İkinci basamağı ise, bu ortak güzelliği sistemleştirip hayatımıza egemen kılmaktır.
“Hayat ve anlamı”, en çok önemsenecek baş konumuzdur. Diğer bütün kabuller bu oluş kabulünü takip ederek toplumsal anlam ve toplumsal çatı kurulur. Bu nedenle yaşama nedenimizi, niye yaşadığımızı ciddi bir şekilde sorgulayıp cevabını bulmalıyız, doğruyu almalıyız ve gayreti terk ederek, rehavet içinde olmamalıyız. İbret, coşku ve ders alarak yaşantımızın muhasebe yapmak, hayatımızın en belirgin çizgisi, vazgeçilmezi olmalıdır.
Mala Hükmeden Can, İnsan Kalır.
İnsana Hükmeden Mal İse Felaketin Gücü Ve Yıkımın Aracı Olur!
Hayat mücadelesi içinde kazandığımız ve kaybettiklerimiz de olur. Maddi kazançlar, hayatla fiziki temasımızı kolaylaştırır. Onu kazanan, kazanabilen biz isek, kazanılanın kaybından da kendimizi kaybetmeyeceğiz. Yıkılanla yıkılacak kadar çıkmaza gömülmemeliyiz. Hani güzel bir sözümüz vardır ve kaza anlarında teselli olarak söyleriz: “Cana gelmesin de mala gelsin” deriz! Muhteşem bir tarif ve çözüm! Çünkü malı kazanan candır. Cana bir şey oldu mu, mal ruhsuz bir cesettir ve ölüme terkedilmiş demektir. Öyleyse kaybolmamasına dikkat edeceğimiz en birinci unsur; insanlığımız, insanımız ve insani değerlerimizdir. Ahlâkı yiten bir insanla ekonomi bir vahşet ve sömürü sopası olur. İnsan ahlâklı birileriyle ekonomiyi, üretimi ve kayıplarını, yeni gayretlerle yine hedefine ulaştırır. Yani imkânı kaybeden sadece bir şeyi kaybeder! Ama insanı ve ahlâklı insanı kaybeden bir toplum ile devlet; her şeyini kaybeder!
Cebin yırtılması, içindekilerin zayi olması, iflas değildir! Ama insanın şahsiyetini kaybettiren zenginlikler, temel vasıflarının ve kültürel kotlarının kaybını sağlayan imkânlar ise büyük iflaslara, yıkıma sürükler.
İnsanı yaşatan sistem ve toplumlar abad olur. İnsanı çaresizliğe, haksızlığa, ekmek gailesine mahkûm edenlerin, istikbali de harap olur.
Canı Koruyan Düşünce, Malı Da Faydalı Kılar
İnsanı ve canı koruyan düşünce, malı da korur. İnsan kıymetli bir varlık olarak telakki edilmeden, mal ve imkân, değerini bulmaz.
Malı, imkânları, zenginlikleri, hür bir istikbal için kullanırsak, sahip olduklarımızın şükrünü eda etmiş oluruz. Kendisi mallaşanın veya malı kendisine hükmedenin malı da imkânı da insanlık için belâdır. Tıpkı ülkemizde ve dünyada emperyalizmin amaçlarına hizmet eden güç sahipleri gibi…
İnsanın, insanlığın hizmetine, saadetine ve hukukuna hizmet etmeyen güç ve mal, tacirini hariç tutarsak diğerlerini kendine köle ettirir.
Ayrıca yenilmemek için yenilenmek de gerekiyor. Bilgiyle, sabırla, kararla, inançla donamak gerekiyor. Tecrübeden istifadeyle güncellenmek gerekiyor. Yoksa yıpranmalar eskimeye ve yenilgiye yol açar. Ders çıkarılmayıp yeni çıkışlara vesile kılınmayan yenilgi, esaret veya tükeniştir. Çünkü her yeni gün, yenilenmiş insanlar için aydınlıktır, yeniden “Bismillah” deme vaktidir. Dünyadaki var oluş görevlerini unutmayanlar için her yeni gün, muhasebesi yapılmış adımların yükselme basamağıdır. Yenilenmek, var ola mücadelesine ölçüyle dâhil olmaktır.
Zaten Varlıklıyız Ve Zenginiz…
Bize çok büyük imkânlar sunsalar bile gözlerimizi, kulaklarımızı, ellerimizi, ayaklarımızı vermeyiz değil mi? O zaman çok zenginiz! Varlık içindeyiz demektir! Dünyaya en şerefli ve aklıyla gelen bir varlık olmanın şükrünü de buna ilave edelim. İnsan olmak, bir tesadüf değil, seçilmişliktir!
İnsan doğmak, insan olmak için yeterli değil! İnsan olmak, varoluş akidesiyle bütünleşmek ve onu zenginleştirip korumakla mümkün! O zaman kendimizi ve bize emanet edilen âlemi doğru tanımalı ve sapmamalıyız. Harikulade bir âlemin içinde, bu hayata en uygun donanımla doğmak, idrak penceremizi Yaratıcıya doğru açar. İdrakle görevlerimizi hatırlamış oluruz. Ve “En iyiniz, insanlara en faydalı olanınızdır” müjdesini bize unutturmaz.
Bu dünyaya gelmeyi ben istemedim, biz istemedik. Ben kendimi donatmadım, biz kendimizi bedenimiz ve ruhumuzla donatmadık. O zaman donatıp yaratan, beni niye yarattığını ve sorumluluklarımı da bildirmiş olmalı, değil mi? İşte ben O’nu, evet O’nu bulmalı ve bilmeliyim! Yoksa hayat Yaratan’ sız, Yaşatan’ sız anlamlı yaşanamaz! Niye yaşadığımızı anlamazsak, yaşam, bizim için cinnete açılan bir kapı olarak görünür ve bunaltır. Anlamı kaybolur hayatımızın. Demek ki, okunacak ve unutulmayacak hakikatin ayetidir her şey, ibrettir ve derstir!
İç ve dış huzur gerekli hayat için! Huzur için birikim ve hazırlıklı olmak da gerekli, değil mi! Huzurun anahtarı; ana hattan (ana gayeden ve onun orta yolundan) sapmamaktır, uzaklaşmamaktır. Hayatı sermaye, âlemi mabet kabul ederek yaşamak tam da bu olsa gerektir! Bir de doğruyu söylemek, emanete riayet, sözünde durmak, tamama erdiren ilavelerdir…
Hayatımızdaki Olayların Ve Sonuçlarının Mesulü Biziz!
“İyiyle kötüyü, güzelle çirkini, doğruyla yanlışı ayıran insan ve toplumlar kolay kolay ümitsizliğe düşmez”. Bütün bize verilen güzelliklere layık olmaya çalışarak hayatın tadına, sorumluluğuna varmalıyız. Rüzgârın önünde savrulan bir kuru yaprak olduğunu düşünme yanılgısı, irademizin inkârıdır. Bu kabul insana sorumluluklarını unutturur. Yani insan kendi hayatındaki olayların, bir derecede hayatının failidir ve olmak için özgürleşme mücadelesi vermelidir. Bu özgürlük mücadelesi aracıları ortadan çıkararak, insanı gerçek kulluğa götürür. Sahih ve vekâletsiz bir hayatı yaşatır. Mücadele, ama insanca! Çünkü hayat dengedir ve dengeli yaşamayı gerektirir.
"Ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışma" yı gerektirir hayat. Yine “İki günü aynı olan ziyandadır”, kayıptadır. Gelişmek için müspet yönde değişmek gerekli bu külli değişime “İslam Rönesans’ı” diyoruz. Bunun da getirisi; sağlam bilgi, teşekkül etmiş şahsiyet, insanı koruyup-kucaklayan eylem, adil bir sosyal sistem… Demek ki değişim, gelişimi getirirken gelişim de adil bir sosyal hayatla toplumsal huzuru getirir. Huzur ise güven duygumuzu besler. İnsan insana dost ve kardeş olur. “İnsan insanın kurdu” olmaz.
Gerçekten en iyi ve iyilikler için değişmeyen ve değiştirmeyen hayatta kalamaz. Bu yaşam kanunudur. Öyleyse “nasıl gelişerek ilerleyebiliriz?” diye kendimizi sorgulamalıyız. Sağlam düşünce ve sağlam mesleki bilgiyi en başa koyarak… Gelişmeyi başarmalıyız. Kendimiz kalmayı başarmalıyız. Kendisi kalmak isteyenleri korumayı başarmalıyız! Sömürü ve zulmü alt etmeyi başarmalıyız.
Başarı; sadece dünyevi olarak değil, buna ilave olarak Allah’ın rızasına nail olmada aranmalı! Gerçek başarı budur, buradadır! Bunun için kararlı olmak hedeften şaşmamak lazım! Şaşırmazsak, “Muhteşem Türkiye” hedefi gerçekleşir.
Zor değil yaşamak ve buhranlardan kurtulmak! Zaafımız kendimizi, düşmanımızı bilmemek ve tedbir almak için el ele olamamaktır. Ümitsizliğe düşmeden ilkeli, ahlaklı, bilgili, hukuka riayet ederek yapılan hayat mücadelesi gerçek bir kurtuluş hayatıdır! Gerçek kurtuluş da milletle, milletin devletiyle yani “Milli Devletle” olur!
Bu mücadeleyle, “Hazreti İnsan” kalmanın zaferine ve şükrüne ermeyi ülkemiz ve insanlık âlemi için diliyorum! Hayatımızı, “Muhteşem Türkiye” ülküsüne yakın ve dost kılma dileğiyle… (07.09.2017)